İdrar Falından Tıbbi Teşhise

İdrar Falından Tıbbi Teşhise

Geçmiş devirlerde doktorlar, sadece idrarın oluşumu ve onunla bağlantılı saydıkları organlar hakkında temel sorular sormakla kalmamışlar, hekimliğin ilk dönemlerinden beri vücuttan çıkan bütün atıkları gözlem altına almışlardır. Tükürük (bronş ifrazı/balgam), ter, bir ölçüde spermler, aybaşı kanamaları gibi, çok önemli vücut atıkları olan dışkı ve idrar da, özellikle de çıplak gözle bile fark edilen değişik şekiller gösterdikleri için, gittikçe artan bir ilginin konusu olmuşlardır. 18. yüzyılda ortaya çıkan göğüs kafesinin parmakla tıklatılması ya da kalbin ve ciğerlerin dinlenmesi ve ancak 20.yüzyılda geliştirilen ve bedene nüfuz edebilen gözlemler gibi teşhise yarayan başka işlemlerin bilinmediği devirlerde, nabız dinlemek ve idrarı gözden geçirmek doktorlar için en önemli teşhis unsurlarıydı. Bu bakımdan, eski Hint hekimliğinin eserleri arasında yer alan "Susruta Samhita'' isimli bir kitapta, genel patolojik değişikliklere işaret sayılan, on çeşit idrar türü gösterilmesine şaşmamak gerekir. Bu arada, iksumeha diye adlandırılan bir hastalıkla ilgili çok ilginç bir tespit yapılmıştır.

Bu hastalığa yakalananların idrarı tıpkı şekerkamışı gibi tatlıdır ve bu sidiğe karıncalar ve böcekler üşüşmektedir. Bu hastalık, aynı zamanda idrarın sık çıkması ile de bağdaştırılmaktadır. Kitapta ayrıca adumeha (sulu idrar) diye adlandırılan ve tatlı olmayan bir başka idrar türü daha belirtilmektedir. Burada Hintlilerin iki tür şeker hastalığım ayırt edebildiklerini düşünmek yanlış olmaz: Diabetes mellitus (idrara şeker çıkması) ve Diabetes insipidus (sulu idrar). Eski Hint doktorlarının sahip oldukları bu bilginin, Yunan ilminde görülmeyişi ilginçtir. Bol ve sık idrara çıkan hastaların idrarlarının, aynı zamanda tatlı olduğu gerçeğini, ancak Barok çağında İngiliz doktor Thomas Willis tespit etmişti.

Gerçi Willis idrarda şeker bulunduğunu keşfetmiş sayılmazdı, çünkü bu bal tadının, idrar tuzlarının bir bileşiminden ileri geldiğini sanıyordu. Tıpkı bazı kurşun bileşiklerinin kurşun şekeri diye isimlendirilmesi gibi: Ama bunların bizim karbonhidrat dediğimiz oluşumla hiç ilgisi yoktur elbette. Eski Babil çivi yazılarından, idrarın cerahatli görüntüsünün bir hastalık belirtisi olduğunu bildiklerini anlıyoruz. Eski Mısır papirüslerinde de "aaa hastalığı" diye nitelenen bir rahatsızlıkta, idrarın kırmızı renkte çıktığı anlatılır:

Burada, "kan işeme" olarak bilinen ve Mısır'da sık görülen "Bilhar; hastalığı" kastediliyor olmalıdır. Özellikle Nil nehrinin bazı bölgelerinde, Fayum vahasında bugün bile pek çok insan bu hastalığı çekmektedir. Bu hastalığa karşı Alman ilaç endüstrisi çok etkili ilaçlar üretmiştir, çünkü hastalık, 1852'de Kahire'de, tropik hastalıklar uzmanı Alman Dr. Theodor Bilharz (1825-1862) tarafından bulunmuştu.

Hastalık, gözle görünebilen bir kurtçuğun, cilt altından kan damarlarına sızması, oradan böbrek yoluyla mesaneye geçerek, orada yuvalanması ve ağır kanamalara sebep olan parazitler urlar oluşturmasıyla meydana gelir. Fakat Mısır'da idrarın başka bir tanısal önemi daha vardı: Gebe kadının idrarından, doğacak çocuğun cinsiyetinin anlaşılacağına inanıyorlardı. Günümüzde modem genetik yöntemlerle gerçekleştirilen cinsiyet tespitinde de plasenta sıvısına başvuruluyor. Mısırlılar, bu gibi durumlarda iki ayrı tahıl bitkisini, buğday ve arpa tanelerini gebe kadının idrarı ile ıslatıyorlardı. Eğer buğday önce çimlenirse kız çocuk, arpa önce çimlenirse erkek çocuk gelecek demekti. Fakat 1933' teki denemelerde, çimlenmenin tamamen tersine gerçekleştiği görüldü. Oğlan çocuğa gebe annenin idrarı, buğday tanelerini daha çabuk çimlendirdi; kız çocuk annesininkiyse arpayı çimlendirdi.

Burada, çok zor okunan hiyeroglif yazısı çevrilirken bir yanlışlık yapılmış olmalı. Ayrıca geç Bizans döneminde bekaret testi idrar ve bezelye ile yapılırdı. Buna karşılık, adını sıkça andığımız Galen, çiftler arasındaki kısırlık durumunu, idrarla mercimek çimlendirerek tespit ettiğine inanıyordu. Eski Yunan Hipokrat tıbbında, idrar teşhis önemli bir rol oynamıyordu, gene de Hippokrat'ın eserlerinden birinde idrardan söz edilmektedir: "Mesaneden çıkanlarda, etten atılanlara oranla daha çok hastalık belirtisi görülmüştür. " Bu, idrarın terden daha fazla teşhis olanağı sağladığı anlamına gelir. Fakat, meteorolojik koşullardan dolayı, sıcak, soğuk, boğucu veya rüzgarlı hava yüzünden nasıl ter meydana geliyorsa, idrarın oluşmasına da bu gibi dış koşullar etkili olabilirdi.

Dolayısıyla idrar, makrokosmos, yani evrenin, mikrokosmos, yani "insan" üzerindeki etkisine açık bir işaret sayılıyordu. Yüzyıllar boyunca devam ederek, günümüze kadar gelmiş "tıbbi astroloji" teorisidir bu. Yani gezegenlerin veya evrenden dünyamıza etki yapan diğer güçlerin, sağlık veya hastalıkları, dolayısıyla insanın dışkıladığı şeyleri de etkilediği düşünülüyordu. Bu sebeple kadınlardaki aybaşı kanamalarının "menstruation", yani aybaşı kanamaları olarak belirtilmesi sebepsiz değildir, çünkü düzenli olarak, dört haftada bir tekrarlanışı bu tür etkilere bağlanıyordu. Ay halinden kesilen veya bunu hiç görmemiş olan kadınlarda, söz konusu astrolojik etkileri alacak bir alıcı organın eksik olduğu düşünülüyordu. Bu tür görüşlerin izlerine, sözgelimi grip için kullanılan influenza (etki) kavramında bugün bile rastlayabiliyoruz: Burada kastedilen etkinin dünya dışından, özellikle de felaket getiren gezegen Satürn'den kaynaklandığına inanılmaktaydı. Örneğin ortaçağdaki veba ya da 19. yüzyılda yayılan kolera gibi salgın hastalıklardan kurtulabilmek için, Satürn'ün etkisi altındaki bölgelerden derhal kaçmak gerektiğine inanılıyordu. Hipokratçılar gene de idrarla teşhis konusunda bazı öğütler vermişlerdir. İşte size iki örnek: "Eğer idrarın yüzeyinde örümcek ağı gibi yağ toplanırsa, hasta, verem demektir.

" "Eğer idrar kötü kokuyorsa, çok yoğun veya sulu ise ve rengi kara görünüyorsa, hasta yavaş, yavaş son yolculuğuna hazırlanmalıdır: " Gerçekten bugün de, yoğun ve koyu renkli ve kötü kokan bir idrar bir "ürosepsis" belirtisi sayılır; bu çoğu zaman iyileşme olasılığı zayıf bir hastalıktır. Astrolojik etkilerin yanı sıra, karaciğerde, böbrekte ve mesanede "kaynama" denilen durumun derecesi de önemli sayılıyordu. Eğer özellikle böbrekte yeterli sıcaklık oluşmazsa, bu kaynama olayının yarım kalacağı ve bunun da kanda bulunan maddelerin parçalanması tamamlanmayacağı düşünülüyordu.

Son derece etkileyici ve 1. gününde ölümle sonuçlanan bir hastalık tablosu içinde, idrarın genel belirtiler arasında ne kadar önemli bir yeri olduğunu okurlarımıza anlatmak için, "Corpus Hippocraticum"dan bir parçayı, ifadesinin özgünlüğünden dolayı aynen sunuyorum. Metnin bir yerinde, yüzyıllar sonra "sahte ateş" denilen hastalığın belirtileri arasında yeniden gün ışığına çıkan bir durumdan da söz ediliyor. Siyah idrarın tehlikeli bir hastalık olan karahummanın belirtisi olduğunu daha önce de anlatmıştım: "Ege Denizi kıyılarındaki Thasis Adası'nda yaşayan, yaklaşık 20 yaşlarında genç bir adam... İçki, zamansız saatlerdeki jimnastik çalışmaları ve yorgunluk sonucu, ateşi çıkmış. Önce bel bölgesinde ağrı varmış, buna başında bir ağırlık ve boğazında bir sıkışma eklenmiş.

İlk gün vücudundan bol miktarda safralı, köpüklü ve koyu renkli kitleler çıktı. İdrar siyah ve kara bir tortu bıraktı; hasta susuzluk çekiyordu, dili kupkuruydu ve gece uyuyamıyordu. İkinci gün yüksek ateş, daha çok dışkılama; dışkısı daha yumuşak ve köpüklü, idrarı siyahtı; rahatsız bir gece ve sayıklama. Üçüncü gün durum daha kötüleşti: Biraz gevşek durumdaki hipokondriler, her iki tarafta uzunlamasına gerildi, biraz siyahımsı, akıcı bir dışkı, koyu, kara renkli idrar; gece uyuyamadı; gevezelik ediyor, gülüyor, şarkı söylüyor, sakin duramıyordu. Dördüncü gün aynı belirtiler. Beşinci gün safralı, tek renkli, yağlı dışkı; zayıf akan açık renk idrar; hastanın bilinci biraz yerine geldi. Altıncı gün biraz başı terledi; kollar, bacaklar solgun ve soğuk; hasta kendini oradan oraya atıyor; vücuttan hiçbir şey çıkmıyor, idrar kesildi; yüksek ateş. Yedinci gün afonie (konuşma yok):

Kolları ve bacakları ısınmadı; idrar çıkmadı. Sekizinci gün bütün vücut soğuk terler döktü, sivilcemsi, yuvarlak, terli, kırmızımsı deri döküntüleri, en ufak bir etkide vücuttan ağrı veren, hamsız zayıf dışkı çıkıyordu; ağrılı bir şekilde, yakıcı bir idrar çıkıyor. Kolları ve bacakları biraz ısındı, uyku rahat, koma durumu gibi; ses kayboldu, idrar sulu ve berrak. Dokuzuncu gün, durum aynı. Onuncu gün hiçbir şey içmedi, uyku rahat, komaya girdi, dışkı bir önceki gün gibi, oldukça kuvvetli ve koyu bir idrar çıkıyordu; idrar bekletilince beyaz, kaba bir arpa tanesine benzer bir tortu oluşuyor; kolları ve bacakları yeniden soğudu. Hasta on birinci gün öldü. " Fakat idrarda hastalık göstergesi olarak dikkat edilen tek şey renk değildi.

Ayrıca katı maddeler de ("Metastase") vardı: Kavanozun dibinde bir tortu olarak gözle de görülebilen bu tür çökeltiler, vücudun çeşitli bölümlerinde rahatsızlıklara da yol açabiliyorlardı. Bu konuda, böbrekte (ki bunlar için antikçağda nefrit deyimi kullanılıyordu) veya mesanede birikerek müthiş ağrı yapan tortularla (böbrek ya da mesane taşları), ağrıya yol açmayan kum veya kırıntı gibi tortuları birbirinden ayırıyorlardı. Diger bir sorun da idrarda meni görülmesiydi. Bu sorun da, bir yanılgı sonucu böbreklerin patolojik etkisine bağlanıyordu. Günümüzde bu hastalığın tıptaki adı olan gonorrhoe terimin de, Yunanca'da tohum anlamına gelen gone sözcüğünden türetilmiştir. Oysa vücuttan atılan men i (ya da "tohum") değil, bir enfeksiyon sonucunda oluşan mukozadır (sümüksü sıvıdır) ve halk arasında belsoğukluğu olarak bilinen bu hastalığın mikrobu 1872' de keşfedilen gonokok‘tur.

Şu ana kadar özetlediğimiz yaklaşımların, idrarı düzenli ve kesin bir teşhis unsuru olarak kullandıklarını söyleyemeyiz. İdrar ancak ortaçağda miktarı, şekli, kokusu, tadı, görünüşü ve tortusuyla kesin bir biçimde incelenerek doktorlar için önemli bir teşhis unsuru olabildi. Bu yüzden, o çağa ait resimlerde, doktorları genellikle yanlarında idrar kavanozu ve hastaları da ellerinde söğüt dalından örülmüş sepetler içinde idrar şişelerini taşırken çizmek adet olmuştu. Matula denen idrar kavanozu, tıpkı daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan dinleme aleti, kulak-burun-boğaz ve göz doktorlarının alın aynası ya da cerrahların elindeki bisturi gibi bir çeşit tıbbi simgeydi. Önemli bir doktor olan Goethe'nin arkadaşı Christoph Wilhelm Hufeland (ı 761-1836), ancak ölümünden sonra yayınlanan "Enchiridion Medicum ya da Tıbbi Pratiğe Giriş" isimli kitabında, idrarın özelliklerine geniş bir bölüm ayırmıştı.

Bu arada artık tababette doğa bilimleri devri başlamıştı ve gelecek kuşaklara, idrarın görüntüsüne bakarak hüküm vermek yetmiyordu; idrarın içeriği hakkında çok daha ayrıntılı bilgi verecek olan kimyasal ve fiziksel araştırmalar da böylece ortaya çıktı. Galen tarafından bir siste matize edilmiş olan "Dört Sıvı Öğretisi"nin genel kabul görmesi ve idrarın insan vücudu içinde gelişen fizyolojik ve patolojik süreçlerin bir aynası olduğu varsayımı araştırmaların kesin bir önkoşuluydu. İdrar tahlil için, ya doğrudan doktorun muayenehanesinde hazır bulunan kavanozlara yapılır ya da genelde saplı sepetlerde hizmetçi veya uşaklar tarafından elde taşınarak doktora getirilirdi. Bu durumda doktor bir tür uzaktan teşhis yapmak zorundaydı.

Genel olarak idrar çok bekletilmeden kısa sürede tahlile ulaşırdı. Renk (color), sıvılık derecesi (consistentia, substantia) ve çözülmemiş maddelerin (contenta) tespiti yanında, değişimlerin nasıl geliştiği de gözlenirdi ve bu büyük önem taşırdı; yani bulanıklık dipte mi tortulaşacak, yoksa idrarın içinde ortada veya yüzeyde mi toplanacak diye gözlenirdi. İdrar yorumunun üç ölçüsü vardı yani: Renk, yoğunluk derecesi ve çözülmemiş maddeler. Renk tespiti için, doktorun karşılaştırmalar yapmasını sağlayan, kurala bağlanmış, çeşitli ayrımları belirleyen bir renk çizelgesi vardı. Bu idrar tablosu, 7.yy. Bizans tababetinden, Theophiles döneminden kalmadır; zamanla, kısmen özenle renklendirilmiş bu basit tablodan birtakım gruplara ayrılmış daha girift, teşhise yönelik tablolar oluşturuldu, bunlar doktorlara farkları daha kolay saptama olanağı sağladı. Yoğunluk derecesinin tespitinde de, sözgelimi İshak Judaeus'un 9. yüzyılda yaptığı türden, "su gibi, orta yoğunlukta, çok yoğun" gibi tarifler, farklı bir teşhise pek imkan vermiyordu. Sık sık sözü edilen, idrarın yüzeyindeki yağa benzer karışımların (consistentia oleosa), bizim bugün kullandığımız yağlı idrar kavramına ne kadar uygun olduğunu bilemiyoruz.

İdrarın içinde çözülmemiş parçalar ise son derece basit bir benzetme yöntemiyle, vücudun belirli bölgelerine bağlanıyordu. Yüzeydeki değişiklikler, o dönemdeki adıyla "bulutçuklar" (nubecula), baş bölgesiyle ilgili hastalıklara, "yüzenler" (suspensum) olarak nitelenen orta kısımdaki parçalar, göğüs bölgesindeki rahatsızlıklara, tortular ise vücudun alt bölgesindeki ve genital organlardaki hastalıklara işaret sayılıyordu. Fakat idrarın içindeki hava kabarcıkları da dikkate almıyordu, yüzeyde oluşan baloncukların büyük mü küçük mü olduğu, çalkalandığı zaman köpürüp köpürmediği de önemliydi. Kuşkusuz idrarın kokusu da önem taşıyordu (öder veya vapor uriane). İdrarın sağlam insanlarda pek de nahoş olmayan, kendine özgü kokusu ile, idrarın ayrışması sonucu ortaya çıkan kötü amonyak kokusunu birbirinden kesin' olarak ayırabiliyorlardı.

Ayrıca lahana, kuşkonmaz, rezene veya terebentin gibi ilaçlara ve alınan gıdalara bağlı olarak ek kokular oluştuğu da bilinen bir şeydi. Tadarak deneme ise, herhalde estetik nedenlerle pek kullanılmadı, yoksa şekerli idrarının tatlı olduğu ancak 17.yüzyılda tespit edilmiş olmazdı. Gerçi Paraeelsus (1493-1541) idrardan söz ederken, bir "dulcedo" (tatlı) ve "acuitas" (keskin) ayrımı yapıyordu, fakat bununla kastettiği hiç kuşkusuz idrar şekeri değildi; nötr idrar etkisini, amonyağı yoğun idrardan ayırmaya çalışıyordu.

İdrar yorumlan için, sabah ilk idrarın alınması, insanların, uykudayken vücutta oluşan değişmelerin, idrarda kendini daha iyi belli edeceği ne inanmalarındandı; çünkü uyanıkken beş duyunun bu etkileri büyük ölçüde ortadan kaldırdığına inanılıyordu. Fakat gece oluşan idrarın, gündüzünkünden daha kapsamlı olduğu ve bir çok vakada daha isabetli teşhise yaradığı, bilimsel bir öğreti olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu "temsil teorisi" bir sürü çizimlerle belgelenmiştir.

Vücudun belli bölgelerinin matula'da idrarın belli tabakalarına karşı geldiğine dikkat edilmiştir. Yenen gıdaların hazmedilmesi, kana dönüşmesi sonunda organizma içinde üç defa "kaynamadan geçerek idrara dönüşmesi, idrarın ateş yükselince yoğunlaşması, zayıf düşüren hastalıklardan sonra hafif ateşe tutulmuş gibi görünmesi çizimlerle saptanmıştır. Akıl hastalıklarını bile idrara bakılarak anlaşılabileceğine inanılıyordu; çünkü hastalığa sebep olan safranın söz konusu hastanın başına çıktığı düşünülüyor ve bu yüzden idrarın yüzeyinde beyaza yakın bir kısım göründüğü kabul ediliyordu. Haçlı seferleri sırasında, o dönemde batıdan üstün olduğu bilinen İslam tababeti tarafından da tanındığı görülünce, bütün batı ülkelerinde yayılmış olan "idrar Yorumu”nun önemi daha da arttı.

Bununla birlikte, Arapların yazılarında büyük ölçüde Yunan tababetinden etkilendikleri de bir gerçektir. Doktorun elindeki idrar kavanozu, giderek bir yaşam simgesi oldu ve sadece tababetle ilgili kitap çizimlerinde değil, resmi binaların dış duvarlarında da doktorluk mesleğinin simgesi olarak yer aldı; tıpkı Pistoia'daki Ospedale del Ceppo kilisesinin duvarına, çini sanatının büyük ustaları Della Robia kardeşler tarafından yapılan ve Hıristiyan merhametini simgeleyen kabartmalar gibi.

Floransa'daki Campaniel des Domes'in alt katındaki duvara da bir konsültasyon sahnesi kabartına olarak işlenmiş-tir ve bu tasvir ünlü heykeltıraş Giotto di Bondone ile Andrea Pisano'nun eseridir. Lech nehri kıyısındaki Landsberg manastırının batı kapısında da, çok hizmeti geçmiş bir doktoru elinde idrar kavanozu ile gösteren, 1510 yılına ait bir şükran plaketi vardır. Doktor ve Eczacı İkizler diye bilinen, iki kutsal hekim Cosmas ve Darnian da çoğu zaman birinin elinde idrar kavanozu, diğerindeyse pomat hokkasıyla resmedilmişlerdir. Tabii idrar konusundaki bunca spekülasyonun şarlatanlığa yol açmış olmasına şaşmamak gerekir. Hastalar, doktoru denemek için, kendi idrarları yerine, aileden birinin veya hizmetçinin idrarını gönderme hilelerine başvururlarken, doktorlar da, idrar teşhisindeki tıbbi bilgilere hiç uymayan garip sonuçlar çıkarıyorlardı. Şu aldatma hikayesi çok ünlüdür: Çok saygıdeğer, yüce bir kişi, hizmetçi si ile doktoruna sözde kendi idrarını yollar. Aslında idrar gebe olan hizmetçiye aittir. Doktor tahlil sonunda şöyle bağırır: Bir mucize, sayın beyefendi hazretleri, vakti gelince bir oğlan doğuracaklar Fakat bunlar idrar yorumunun önemini hiç azaltmadı.

Söylediğimiz gibi, Hollandalı sanatçı Hendrick Goltzius (1558-1617) da, yaptığı bir dizi gravürün birincisinde, kutsal, hatta tanrılaşmış doktorun eline, idrar kavanozunu tutuşturmakta bir sakınca görmüyordu: Sanatçı bu tasvirlerde, doktorun hastasına dört ayrı şekilde görünmesini resmetmişti. Bütün kurtuluş umudunu doktorun bilgisine bağlamış olan ağır hasta için doktor adeta tanrıydı;

hasta biraz iyileşmeye yüz tutmuşsa doktor melekti; hasta iyileşmiş ve yatağından kalkmışsa doktor insanlaşıyordu ve nihayet doktor hastayı tamamen sağlığına kavuşturup, vizite ücretini istediğinde şeytana dönüşüyordu. Doktora, kendisinin veya koruması altındakilerin sonunun yaklaştığını göstermek için idrar kavanozunu kapıp, kırarak, idrarı döken ölüm tasvirleri de ünlüydü. Hastalığın felaketle sonuçlanması üzerine, idrar kavanozunu atıp kıran doktor tasvirleri de vardı. 19.yy.da idrar yorumuyla ilgili çok sayıda kitap yayınlandı. Şifalı bitkilerle ilgili Almanca halk kitaplarının kapak resimlerinde genellikle idrara bakan bir doktor resmi bulunurdu. 1808'de Landshut'ta Joseph Loew isimli bir doktorun yazdığı, "Teşhis ve Keşif Unsuru Olarak İdrara Dair" başlıklı bir kitap yayınlandı. Kitapta, idrar yorumunda bilinen bütün idrar özellikleri bir araya toplamıştı.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp